Venezuela Niçin Battı?

Venezuela, Güney Amerika kıtasının kuzey kısmında yer alan, Karayip Denizi ve Atlas Okyanusuna kıyıları olan, 916.445 km2 yüzölçüme ve 31 milyonun üzerinde nüfusa sahip bir ülke. Maracaibo Gölü kıyısındaki tahta evlerin oluşturduğu görünümü Venedik’e benzeten İtalyan denizci Amerigo Vespucci, bölgeyi İtalyanca’da ‘Küçük Venedik’ anlamına gelen Veneziola olarak adlandırmış[i]. Veneziola adı zamanla İspanyolca’da Venezuela’ya dönüşmüş.

İspanyollar, 1522’de başlayarak Venezuela’yı sömürge haline getirmiş. 1811’de Francisco de Miranda önderliğinde bağımsızlık mücadelesi başlamışsa da bunun başarıya ulaşması ancak 1821’de Simon Bolivar’ın önderliğinde mümkün olabilmiş. 1821 yılında, Venezuela, Kolombiya, Ekvator ve Panama ile birlikte Büyük Kolombiya Cumhuriyeti adı altında birleşik, bağımsız bir devlet kurmuşlar. 1830 yılında Venezuela bu birlikten çıkarak ayrı bir devlet konumuna geçmiş. Bolivar’a duyulan büyük saygı dolayısıyla ülkenin resmi adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti olmuş.

 

Venezuela Ekonomisi

2000 yılında 118 milyar Dolar GSYH’ya ve 4.824 Dolar kişi başına gelire sahip olan Venezuela 2010 yılında GSYH’sını 294 milyar Dolara, kişi başına gelirini de 10.317 Dolara yükseltmeyi başarmış. Sonraki yıllarda ciddi bir ivme kaybı yaşamaya başlamış. 2016 yılında GSYH ve kişi başına gelir 2010 yılının gerisine düşmüş.

Venezuela dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi konumunda bulunuyor. 2016 sonu itibariyle dünyada varlığı kanıtlanmış ham petrol rezervi 1,7 trilyon varil olarak hesaplanıyor. Bunun yüzde 17,6’sı (yani 301 milyar varillik) bölümü Venezuela’da bulunuyor (İkinci Suudi Arabistan’da 266,5 ve üçüncü Kanada’da 171,5 milyar varil ham petrol rezervi bulunuyor.

Bu zengin ham petrol rezervine karşın ekonominin nereden nereye geldiğini görebilmek için makroekonomik göstergelerine bir bakalım (Kaynak: IMF, WEO Database, April,2017.)

2000 2010 2013 2014 2015 2016
GSYH (Cari fiyatlarla, milyar USD) 118 294 228 215 260 287
Nüfus (Milyon) 24,4 28,5 29,8 30,2 30,6 31,0
Kişi Başına Gelir (USD) 4.824 10.317 7.655 7.128 8.494 9.258
Büyüme (%) 3,7 -1,5 1,3 -3,9 -6,2 -18,0
Toplam Yatırımlar / GSYH (%) 24,2 22,0 27,3 24,8 42,2 9,0
Toplam Tasarruflar / GSYH (%) 34,5 31,6 19,0 9,1 31,8 6,6
Enflasyon (%) 13,4 27,2 56,2 68,5 180,9 274,4
İhracat Artışı (%) 5,8 -12,9 -6,2 -4,7 -0,9 -9,7
İthalat Artışı (%) 12,4 -2,9 -9,7 -18,5 -23,1 -41,8
İşsizlik Oranı (%) 14,0 8,5 7,5 6,7 7,4 21,2
Bütçe Dengesi / GSYH (%) 4,5 -10,4 -14,3 -16,8 -17,6 -14,6
Cari Denge / GSYH (%) 10,1 1,9 2,0 1,7 -7,8 -2,4

2000 – 2010 arasında GSYH ve kişi başına gelir hızla artarken bütçe dengesi ve cari denge fazla verirken ciddi biçimde açık vermeye dönüşmüş. 2010’da ekonomi yüzde 31,6 oranında yüksek bir tasarruf oranına ve yüzde 22 gibi ılımlı bir yatırım oranına sahipmiş. 2016’da tasarrufların GSYH’ya oranı yüzde 6,6’ya yatırımların GSYH’ya oranı da yüzde 9,0’a düşmüş.

Bu tablo, bize ilk bakışta petrol geliri yüksekken har vurup harman savurmuş bir ülke görünümü veriyor.

Acaba gerçekten öyle mi? Ya da belki daha doğru bir soru: Acaba her şey göründüğü gibi mi? Bu sorunun iki farklı yanıtı var. İlki Venezuela’nın popülizm ve Hollanda hastalığı nedeniyle bu duruma düştüğü, ikincisi ABD’nin Venezuela’yı bu duruma düşürdüğü görüşüne dayanıyor. Bir de üçüncü yaklaşım olabilir diye düşünüyorum ama önce bu iki görüşü ele alalım.

Birinci Görüş: Popülizm ve Hollanda Hastalığı Venezuela’yı Batırdı

Hugo Chavez, 1998 yılında yapılan seçimde yüzde 56 oranında oy alarak Venezuela Devlet Başkanı seçildi. Başlangıçta herkesin desteğini alan politikalar uyguladı. Adına Bolivar Misyonu denilen bu programla fakirlere geniş çaplı yardımlar yapıldı.

2002 yılında bir darbe girişimiyle iktidardan indirildiyse de 2 gün sonra tekrar başkanlığa geri dönmeyi başardı. İlerleyen yıllarda ekonomik faaliyetlerin ağırlığına sahip şirketleri Chavez’in adamları ele geçirmeye başladı. Ulusal Kalkınma Fonu – Fonden adında, tümüyle Chavez’in talimatlarıyla işleyen, parlamentonun onayının dışında ve denetimden uzak bir bütçe dışı fon kuruldu. Fonden, ülkenin petrolden gelen milyarlarca dolarlık gelirini sorgusuz, sualsiz, denetimden uzak bir şekilde çeşitli yatırım harcamalarına yönlendirdi. 2012 yılına gelindiğinde Fonden, kamu harcamalarının yarısını yapar hale gelmişti. 2005 – 2012 yılları arasında 100 milyar Dolar dolayında para tamamlanamayan inşaatlara harcanmış bulunuyordu. Chavez bu fondan kendisini destekleyenlere para dağıtıyordu. Muhalefet Fonden’e Chavez’in Rüşvet Fonu adını takmıştı. Fonden kanalıyla bir yandan da ülkenin yoksul bölgelerine pek çok hastane, okul yapılıyordu.

Chavez, çeşitli defalar referandumlar yoluyla Anayasa değişiklikleri yaptı. 2004 yılında Venezuela’da kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalktı. Son aşamada yüksek yargı da Chavez’in denetimine geçtikten sonra yargı bağımsızlığı tümüyle ortadan kalkmış oldu. Yargıçlar hükümete sormadan karar almamaya başladılar.

Ülke giderek petrol gelirine dayalı bir ekonomiye dönüştü. Pek çok alanda üretim durdu, yerine ithalat geçti. Petrol ihracatından elde edilen gelirle her şey ithal edilir oldu. Ülkenin üreticileri ithalatçılığa başladı. Petrol fiyatı 100 USD/Varil dolayında iken sorunlar fazla gün yüzüne çıkmıyordu. Petrol fiyatlarının yükseliği Venezuela Bolivar’ının aşırı değerli olmasına yol açmış bu da ülkenin üretim yerine ithalata dayalı bir ekonomi haline gelmesine yol açmıştı.  Venezuela, Bolivar’ın değerlenmesinin de etkisiyle Hollanda hastalığı denilen ekonomik hastalığa yakalandı[ii].

Chavez’in ölümünden sonra işbaşına geçen Maduro döneminde işler iyice karışmaya başladı. Petrol fiyatları 100 USD/Varil düzeyinden 30 USD/Varil düzeyine gerileyince sistem iflas aşamasına geldi. Venezuela artık petrol ihracatından yeterli gelir elde edemiyor, ithalatı da yeteri düzeyde yapamıyordu. Gerekli malların üretimi de yapılmadığı için fiyatlar artmaya başladı. Maduro, popülist politikaları değiştirip önlem alacak yerde bu politikaları iyice öne çıkardı ve tavan fiyat uygulamasına başvurdu. Bu durumda mallar raflardan çekildi ve karaborsa başladı.

Ülkenin içinde bulunduğu siyasal, sosyal ve ekonomik sıkıntıları gündeme getiren muhalefet liderleri değişik suçlamalarla tutuklandı. Medya sansüre tabi tutuldu ve eleştiri yapamaz duruma geldi. Bir süre sonra medyanın büyük bölümü el değiştirerek hükümet yanlısı ellere devredildi. Birçok olayın yayınlanması yasaklandı. Maduro, yönetime karşı ekonomik savaş başlatıldığını öne sürerek tepkileri karşı devrim girişimi olarak nitelendirip cezalandırma yoluna gitti.

İkinci Görüş: Venezuela’yı ABD Batırdı

Chavez, 1998 yılındaki seçimleri kazanıp başkan seçildikten sonra ABD ile Venezuela ilişkileri yavaş yavaş bozulmaya başladı. Bunda Chavez’in özellikle petrol ve diğer alanlarda ülkede faaliyette bulunan yabancı şirketlerin ödediği payları, vergileri artırması ve Küba’ya verdiği destek etkili oldu. Chavez, bu yolla sağladığı ek gelirlerle bir yandan fakirlere yönelik yardım programlarına girişirken bir yandan da sağlık, eğitim alanlarında yatırımlar yaparak halkın sempatisini toplamaya başladı.

11 Nisan 2002’de silahlı kuvvetler komuta kademesi Başkanlık Sarayına gelerek Chavez’in istifasını istediler. İddiaya göre Chavez istifa etmeyi kabul etti ve Orchila Adası’na götürüldü. Pedro Carmona, başa geçti ve 1999 Anayasası’nı askıya aldığını açıkladı. Carmona’nın kurduğu ‘Demokratik Birlik’ hükümetine, ABD (Bush) yönetimi ve İspanya desteklerini açıkladı. Bu hızlı destek nedeniyle darbeyi ABD yönetiminin planladığı iddiaları ortaya atıldı. ABD yönetimi, darbeyi desteklediğini resmen reddetmekle birlikte darbeden birkaç hafta önce darbe planlayıcılarıyla görüşmelerde bulunduğunu kabul etti. 13 Nisan günü Chavez yanlısı 100 bin kişi Devlet Başkanlığı Konutu’nun önünde toplanıp darbeyi protesto etti ve silahlı kuvvetlerde Chavez yanlısı subaylar da Carmona’nın emirlerini dinlememeye başladı. Sonuçta Carmona başkanlıktan çekilmek zorunda kaldı ve 14 Nisan günü Chavez yeniden başkanlık koltuğuna oturdu.

Bu olaydan sonra Venezuela – ABD ilişkileri bir daha sağlıklı bir zemine oturtulamadı. 2009 yılında Chavez’in Rusya’da bir üniversitede yaptığı konuşmada ABD için kullandığı sözler gerilimi en üst düzeye çıkardı: “Bütün tarih boyunca ABD İmparatorluğundan daha terörist bir devlet görülmemiştir. Yankee İmparatorluğu çökecektir ve bu çöküş bu yüzyıl içinde olacaktır.” 2010 yılında Venezuela ve ABD, büyükelçilerini karşılıklı olarak çektiler ve o tarihten sonra bir daha birbirlerine elçi yollamadılar.

2013 yılında Chavez’in ölümünden sonra yerine geçen Maduro döneminde bu ilişkiler düzelmediği gibi daha da kötüye gitti.

2014 yılında ABD, Venezuela hükümetinin protestoculara karşı şiddet kullandığı gerekçesiyle Venezuela’ya ekonomik ambargo başlattı.

Bir yandan ABD’nin ambargosu, bir yandan petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş, ihracatının yüzde 95’e yakını petrol ihracatına dayanan Venezuela’nın ekonomik çöküşünü hızlandırdı.

Üçüncü Görüş: Venezuela’yı Popülizmle Birlikte ABD Batırdı

Venezuela’nın nasıl battığı konusundaki görüşlere yukarıda özetle değindim. Ülkenin nereden nereye geldiğini, bunda nelerin etkili olduğunu çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilerden, analizlerden yararlanarak kısaca ortaya koymaya çalıştım.

Venezuela’nın batışında yukarıda ele aldığım iki yaklaşımın da doğru yanları bulunduğunu düşünüyorum. Yani bugün gelinen bozuk ekonomik durum, bir yandan gelecekten çok günü kurtarmaya ve siyasal desteğini artırmaya çalışan bir yönetimin popülist girişimleri nedeniyle, bir yandan da ABD’nin, Chavez’in ölümünden sonra iyice yoğunlaşan, çeşitli müdahalelerinin yarattığı sıkıntılar nedeniyle ortaya çıkmış görünüyor.

Venezuela İçine Düştüğü Bu Bataklıktan Kurtulabilir mi?

Venezuela’nın bu bataklıktan çıkabilmesi için yeni bir hükümete ve yeni yaklaşımlara ihtiyacı var. Bu yaklaşımların başında yeni kurulacak hükümetin çeşitli ülkelerle olan kavgalara son vererek diplomatik ve ekonomik ilişkileri yeniden kurması geliyor. Hemen ardından demokrasiye geçiş, bağımsız yargının yeniden kurulması, insan haklarının tanınması, siyasal af gibi çağdaş dünyanın benimsediği değerlerin yeniden yapılandırılmasını sağlayacak yapısal reformlara girişilmesi gerekiyor. Böyle düzenlemelere mali destek sağlayabilmek için Venezuela’nın, sahibi olduğu büyük petrol varlığını şeffaf, parlamento denetimine tabi, siyasal karışımlardan uzak olarak yönlendirmesi büyük önem taşıyor. Bu adımları atabilirse Venezuela petrolünü daha iyi koşullarla pazarlayabilir ve ekonomisini toparlayabilir.

Günümüzün dünyası küreselleşmiş görünse de birçok açıdan gruplara bölünmüş bulunuyor. Bu gruplar zengin ülkeler – fakir ülkeler, gelişmiş ülkeler – gelişmekte olan ülkeler gibi birçok başlık altında sıralanabilir. Bu kategoriler arasında en önemlilerinden birisi uygar ülkeler – uygar olmayan ülkeler ayrımına dayanıyor. Bir ülkenin uygar olması için mutlaka zengin ya da gelişmiş olması gerekmiyor. Zengin görünüp de uygar olmayan ülkeler olduğu gibi zengin olmadığı halde uygar dünyada yer alan ülkeler de var. Demokrasi, insan hakları, bağımsız yargı, siyasal hoşgörü gibi temellere dayanmayan bir ülke uygar ülkeler arasında yer alamıyor. Bu adımları atamamış ülkeler uygar dünyaca dışlanıyor. Venezuela’nın bir yandan kendi hataları bir yandan da ABD’nin bu ülkeye karşı uyguladığı politika yüzünden kopup gittiği uygar dünya ülkeleri arasına girebilmesi için elinde altın bir bilezik olarak petrol rezervi var. Ne var ki bu yetmiyor. Petrolün de yardımıyla yukarıda değindiğim yapısal reformları yapması şart[iii].

 


[i] Bu konuda farklı görüşler de var.

[ii] Hollanda Hastalığı; ekonomide para biriminin aşırı değer kazanması sonucunda ortaya çıkan negatif gelişmeleri anlatmakta kullanılan bir deyimdir. Bu deyim ilk kez 1977 yılında The Economist Dergisi tarafından kullanılmıştır. Hollanda’da 1959 yılında büyük doğal gaz rezervleri bulununca Hollanda Florini hızla değerlendi ve ülke giderek bir ithalat ülkesi haline dönüştü. Üretim düştü, GSYH büyümesi durdu. Benzer bir durum Venezuela’da her şeyin petrole dayanır hale gelmesiyle oluştu. Petrol fiyatları düşünce ülke ithalat yapamaz hale geldi. Hollanda hastalığı yararlı bir gelişmenin nasıl zararlı bir sonuca yol açabileceğini anlatmak için kullanılıyor.

[iii] Yapılması gereken yapısal reformların bir bölümü (demokrasi, insan haklarının geliştirilmesi, eğitim reformu, yargı bağımsızlığı gibi) bütün ülkeler için geçerli olabilecek reformlardır. Bazı reformlar ise ülkelerin kendi koşullarına göre yapılması gereken reformlardır. İlk bölümdekiler yapılamazsa ikincilerin fazlaca bir değeri olmuyor.

Kuvayı Milliye Destanı

BAŞLANGIÇ

ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.

BİRİNCİ BAP

YIL 1918-1919
ve
KARAYILAN HİKÂYESİ

Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar…
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş :
düşmüş
dövüşüyordu…

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
memleketi Alaman’a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
gördü uzun dişli İngiliz’i.
Ve Aksu’yla Köpsu,
Karagöl’le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız’ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
Bağdasar Ağa’dan
Kellesi Büyük Mehmet Ağa’ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de, Aydın’da,
Adana’da dayandık,
dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.

Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep’e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.

Altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.

Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri…

Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep’in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan’ın
Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
düz ovayı Antepliler
düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi Karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler Antep’i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini .
«İbret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür…»

Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
Karayılan’ı
ve Anteplileri
ve Antep’i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk.

İKİNCİ BAP

YIL YİNE 1919
ve
İSTANBUL’UN HÂLİ
ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ
ve
KAMBUR KERİM’İN HİKÂYESİ

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914’ten 18’e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya’da, Pötişan’da ve Ada’da Kulüp’te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç’in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife’nin,
bir de Vilhelm’in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919’dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar…

919 Temmuzunun 23’üncü günü
pek mütevazı bir mektep salonunda
in’ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum’un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum’da kavaklar, balam,
Erzurum’da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
Erzurum’da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum’un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum’un adamı
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!…

Erzurum’da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî’den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî’den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
«Manda ve Himaye…»

Buna rağmen,
İstanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a :
«Amerikan mandası altına girelim,» diye.
«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memâliki Osmaniye’nin cümlesine şâmil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum’un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum’da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı…

İstanbul’da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu
şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere :
«Bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya’nın sayesinde
İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
Avrupa’ya göstermek ister.
Hem artık işi uzatmağa gelmez.
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
Türkiye’yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

4 Eylül 919’da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
Kongrede bu sefer
yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul’dan gelen bazı zevat,
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
işbu Mister Bravn’a güveniyorlardı.
Bu zevata :
«İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
«Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
dediler,
«Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
dediler,
«Hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani şeyler değildir
istiklâl ile manda.
Ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
Memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
Ve Allah muhafaza buyursun
İzmir kalsa Yunanistan’da
ve harbetsek,
düşmanımız vapurla asker getirir.
Biz Erzurum’dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«Onlar dretnot yapıyor,
biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
Hem, İstanbul’daki Amerikan dostlarımız :
Mandamız korkunç değildir,
diyorlar,
Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
«Hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim’in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek,
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335’te Kerim Eskişehir’e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim’e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
(şaşılacak şey)
Türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim’e bisküviti kutularla atan amcalardı.
Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
(şaşılacak şey,
katırların yemesi için)
ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim’e :
«Ambardan silâh çalıp bana getir,
gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
bir
bir tane daha
beş
on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
zeybekler gelince Eskişehir’e
dayısı Kerim’i elinden tutup
verdi onlara.
Ve işte o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü Kerim’in.
Eskişehir’den alıp onu
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
-zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
sürdü 1337’ye kadar…

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim’in.
Solda
ilerde
tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«Tekneciler» diye anılan
gâvur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim’in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz Recep’in yanından dönüyordu Kerim.
Kâatlar götürmüş
kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler’in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı Kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
Armaşa’nın altında Başdeğirmenler’e
beygir ansızın kapaklandı yere,
tekerlendi Kerim.
Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
saatına bakmak oldu.
Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu Kerim’in,
Kirezce’ye geldiler
(Sapanca’yla Arifiye arası),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve’ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
Kerim’i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahşıhan,
Konya,
Sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
incecik bir yoldan eşekle gelip
üzerine doğru eğilen
bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim’i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
Kerim’i kambur çıkardılar.

ÜÇÜNCÜ BAP

YIL 1920
ve
ARHAVELİ İSMAİL’İN HİKÂYESİ

Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu,
çarpışarak çekildik…
920’nin
29 Ağustos’u :
Uşak düştü.
Yaralı
ve dehşetli kızgın
fakat toprağımızdan emin,
Dumlupınar sırtlarındayız.
Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık
dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
İçimizde Hilâfet Ordusu,
Anzavur isyanları.
Ve aynı sıradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş
girdi şehre.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya :
4 top
ve 1800 atlı bir ihanet
yani Çerkez Ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti.
Yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler…

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
Beygirler çirkindiler,
bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
İnsanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayaktı insanlar.
İnsanların başında kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
Ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
Acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
Şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için
deviriyorlardı uçurumlara :
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,
çok uzaklardaki İstanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve Kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı Karadeniz’e.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
İngiliz torpitosudur.
Ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan :
Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
Rüzgar :
yıldız – poyraz.
Esirlerini bordasına alıp
kayboldu İngiliz torpitosu.
Şaban Reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail
bu ölen teknedendi.
Ve şimdi
Kerempe Fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil :
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
İsmail’in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail
kendi kendine sordu :
«Emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :
«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir Usta ona :
«Evlâdım İsmail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban Reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«Allah büyük
ama kayık küçük» demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
Sıvastopol’a giden bir geminin
sancak feneri.

Elleri kanayarak
çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet :
bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail’in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara’ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail
ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı’nda Fotika’nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail’in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra…
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail’in âkıbeti…

DÖRDÜNCÜ BAP

NURETTİN EŞFAK’IN BİR MEKTUBU
ve
BİR ŞİİRİ

Kardeşim,
sana bu mektubu Ankara’da Kuyulu kahvede yazıyorum.
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon
kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
Dışarda yağmur…
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel şey,
büyük şey.
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
daha büyük
daha güzel.

Biliyorum :
iş bölümünden bahsedeceksin.
Fakat, Ankara’da çocuklara ders vermek,
bozkırda ateş hattına girmek
haksız ve hazin
bir iş bölümü.
Öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
Meclis’in önüne doğru iniyorlar,
İstasyona gidecekler.
Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :
«Ankara’nın taşına bak,
gözlerimin yaşına bak…»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
Tıraşları uzamış biraz.
Elleri büyük ve esmer.
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.
Başka türlü anlıyorum ben Yunus’u :
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla…

Bir şiir yazdım,
garip bir şiir,
«Türk Köylüsü» diye.
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.

                                                      Kardeşin 
                                                  Nurettin Eşfak 

TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad’dır
Kerem’dir
ve Keloğlan’dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir
Baştan ayağa yâredir»,
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip
«-Gayrık yeter!…»
demesinler.
Bunu bir dediler mi,
«İsrâfil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
«Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…»

BEŞİNCİ BAP

920’NİN 16 MARTI
ve
MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ
ve
REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET’İN HİKÂYESİ

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul’da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara’da bulunan telin İstanbul’da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)

920’nin 16 Martı.
Öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara’daki :

«Der-aliye 16/3/1920. 
  İngilizler bastı bu sabah 
          Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu. 
  Müsademe edildi. 
  İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi. 
  Berâyi malûmat arzolunur. 
                                        Manastırlı Hamdi.»

920’nin 16 Martı.
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara’yı :
«Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
Şimdi işte
İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
İşte giriyorlar içeri.
Nizamiye kapısına.
Teli kes.
İngilizler burdadır.»

920’nin 16 Martı.
Manastırlı Hamdi Efendi
buldu Ankara’dakini tekrar :

«Paşa hazretleri, 
  Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri 
  Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, 
  bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. 
  Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. 
  Paşa hazretleri, 
  Emri devletlerine muntazırım.

                                            16 Mart 1920 
                                                Hamdi» 

920’nin 16 Martı.
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

«Sabah bizim asker uykuda iken 
  İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken 
  askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. 
  Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup 
  İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp 
  Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip. 
  İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. 
  İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler. 
  Kovmuşlar. 
  Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. 
  Şimdi haber aldım efendim.»

920’nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
İngiliz’in hepsi değil domuzu
Sabaha karşı aldı canımızı.

920’nin 16 Martı
basıldı Vezneciler’de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla’dan Osman,
bir de Zileli Abdülkadir.

920’nin 16 Martı
Bozdoğan Kemeri’nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

920’nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman’ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
Doymadı dünyasına Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.

920’nin 16 Mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki İngiliz’i.
Senin ırzını kurtardım İstanbul’um,
Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taşları yan yana yatar Eyüp’te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.

Uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok…

ALTINCI BAP

MUHAREBELER
ve
DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR
ve
KARTALLI KÂZIM’IN HİKÂYESİ

İnönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
Zemheriler bitti diyelim,
hamsin ya başladı, ya başlıyor.
Muharebe beş gün beş gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
altı kamyon bıraktılar.
Sonra, kaçarlarken, yavrum,
köyleri, köprüleri yaktılar…

Bu, Birinci İnönü,
sonra ikincisi :
23 Mart 1921 günü
düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.
Onlarda, topçu ve piyade
bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
Atların makanizması,
hartucu,
namlusu yoktur
ve kılıç
çıplak, ucuz bir demirdir.
26 Mart :
Akşam.
Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 Mart :
Bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
Kavgaya devam.
Ve Martın 31’inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
Ve ertesi gün
1 Nisan :
Metristepe aydınlanıyor.
Saat altı otuz.
Bozöyük yanıyor.
Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
Dumlupınar.

Sonra, Haziran.
Bir yaz gecesi.
Dünyada yalnız pırıltılar
ve böceklerin sesi.
Sakarya’yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
Basarak aldık
Adapazarı’nı.
Ve dolaşıp Sapanca Gölü’nün sazlıklarını
yanaştık İzmit’in doğusunda çuha fabrikasına.
Düşman,
kısmen gemilere binerek
denizden
ve kısmen
Karamürsel üzerinden
Bursa’ya çekilip
boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 Ağustos :
Sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 Eylül gününe kadardır.
Bizim kırk bin piyademiz,
dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
üç yüz topu vardır.
Harp meydanının kuzey yanı
Sakarya
ve dağlardır :
keskin
ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
ve münzevi çam ağaçlarıyla
Abdülselâm-dağı,
Gökler-dağı,
dağlar.

Ve Sakarya’dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
Ankara suyunun döküldüğü yerden
Eskişehir kuzeybatısına kadar
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
Cihanbeyli ovası :
çöl…
Bu çölün,
bu dağların,
bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric’ata mecbur kaldı.

Buna rağmen :
Sene 1922
ve 15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki
bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
ve yangınlarıyla bizim olan
yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
belki birçoğunun
rıhtımı,
mendireği,
kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
Sonra, 3 deniz,
6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol :
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
ve niçin olduğunu sormadan
çöle, Çanakkale’ye,
ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları :
Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
Manisa’lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
ve cesur
ve ağırbaşlı ve çapkın
ve kütleleriyle delikanlı
İstanbul ve İzmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri Aydın’ın,
ve sonra, ırgat,
ortakçı,
maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin :
ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
Ya çok seslidir
ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.
Kız gibi Osmanlı filintası.
Parlıyor arpacık
namlının ucunda :
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden :
Gebze’deki İngiliz’in tercümanı vurulacak.
Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :
satıyor bizimkileri.

Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
İşte sökün etti Mansur karşıdan :
beygirin üzerinde.
Beygir yüksek,
İngiliz kadanası.
Kendi halinde yürüyor hayvan
ortasında demiryolunun
sallana sallana,
ağır ağır.
Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
başı sallanıyor,
belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif.
Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,
nişan aldı sallanan başına Mansur’un.
Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
-ağaç çınar-.
Kuş ürkmüş olacak.
Çevrildi Kâzım’ın başı kuşun uçtuğu yana,
mehtapla yüz yüze geldiler.
Mehtap koskocaman,
desdeğirmi,
bembeyaz.
Ve Kâzım’ın gözünü aldı âdeta.
Zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacık
ve filintayı ateşlediği zaman
ilk kurşun Mansur’un başını delecek yerde
galiba omuzuna girdi.
Herif «Hınk» dedi bir,
beygirin başını çevirdi
dörtnal kaçıyor.
Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.
Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.
Üçüncü kurşun.
Tercüman düştü beygirden.
Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayağı
yıkılıp kaldı olduğu yerde.
Yamaca sardı beygir.
Kalktı Kâzım,
yürüdü Mansur’a doğru,
üzerinden kâatları alacak.
Arada dört telgraf direği yalnız,
ellişerden iki yüz metre eder.
Mansur doğruldu ansızın,
kaçıyor bayır aşağı.
Filintayı omuzladı Kâzım.
Dördüncü kurşun.
Yıkıldı herif.
Koştu Kâzım.
Doğruldu yine Mansur.
Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
kaçmıyor artık,
yürüyor.
Kâzım da bıraktı koşmayı.
Deniz kıyısına indiler.
Orda boş bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
Mansur suya giriyor,
kâatlar ıslanacak.
Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.
Suya düşüp kaldı önde giden
ve Kâzım tazelerken şarjörü
bir ışık yandı beyaz evde,
bir pencere açıldı.
Galiba bir kadın baktı dışarıya..
Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
Pencere kapandı,
ışık söndü.
Tercüman attı kendini tahta iskeleye.
Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
Hay anasını,
ay da denize düşmüş
toplanıp dağılıyor,
dağılıp toplanıyor.
Velhasıl,
lâfı uzatmıyalım,
Mansur’un işini bıçakla bitirdi Kâzım.
Kâatlar kan içindeydi.
Fakat kan kapatmıyor yazıyı…

Namussuzun biriydi Mansur,
muhakkak.
Düşmana satılmıştı,
orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi,
malûm.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım’ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…

YEDİNCİ BAP

922 AĞUSTOS AYI
ve
KADINLARIMIZ
ve
6 AĞUSTOS EMRİ
ve
BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ

Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
Ve onların arasında
Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu’ndan
İstanbullu şoför Ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
İhtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«… ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil…» diye bahsediliyordu.
İhzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda Ahmet’in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon – Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet’in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
Arkadaşlar ileri geçtiler.
Ay battı.
Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür’ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti’nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda kalır,
derken, Uzunçarşı’ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«Hikâyei Billûr Köşk»,
altı cilt «Tarihi Cevdet»
ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
Yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.

Uzunçarşı’yı dikine inersin.
Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
Ve sen İstanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın İstanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Paşa Camii.
Urgancılar.
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindankapı, Babacafer.
Uzakta Balıkpazarı.
Kuruyemişçiler.
Yemiş iskelesindeyiz :
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
İnip
baksam…

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp’te Niyet Kuyusu’na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaşları da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasımpaşa’ya yaklaştık, beyaz başörtüsü…

Lastik hava kaçırıyor.
Derdine deva bulmazsak eğer…
Dur bakalım Babacafer…

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız…

İç lastik boydan boya patladı.
Yedek?
Yok.
Dağlarda avaz avaz
imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför Ahmet
soyun…

Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
Ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.
Deniz kıyısında bir şehir…
Beyaz başörtüsü…

Saatta elli yapıyoruz…
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet’i,
dayan arslan…

Hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti…

SEKİZİNCİ BAP

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E
BAKAN NEFER

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı’nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü’nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü’nü solda
ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp
gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel
Selimşahlar Çiftliği’nde ırgatlık ederken Manisa’da
geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.

Saat 3.30.

Halimur – Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman’dı.
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzıkara – Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük…
İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır…

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın…»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan’ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :

  • Saat kaç?
  • Beş.
  • Yarım saat sonra demek…

98956 tüfek
ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :

  • Beş otuz…
    Ve başladı topçu ateşiyle
    ve fecirle birlikte büyük taarruz…

Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı…

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni…»

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra…
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler…

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

      Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 
      ve ipek bir halıya benziyen toprak, 
                                  bu cehennem, bu cennet bizim.

      Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 
      yok edin insanın insana kulluğunu, 
                                  bu dâvet bizim...

      Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
      ve bir orman gibi kardeşçesine, 
      bu hasret bizim...»>

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…

Nâzım HİKMET

                                                939 İstanbul Tevkifanesi, 
                                                940 Çankırı Hapisanesi, 
                                                941 Bursa Hapisanesi. 

Antoine-Laurent de Lavoisier

Kimya biliminin dehâsı Lavoisier’ nin, asıl eğitimi hukuktu ve Paris Barosu”na kayıtlı bir avukattı.

Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları nedeniyle bütün dünyada ün kazanmıştı.

Kimya bilimini reddeden yobazları gösterip “Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz” dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp, giyotinle ölüme mahkum edildi.

Davayı bir gün içinde bitiren hakim Coffinhal’in Lavoisier’nin deneylerine devam edebilmesi için hayatını bağışlaması istendiğindeki yanıtı: “Cumhuriyet’in bilimcilere de kimyacılara da ihtiyacı
yoktur; adaletin işleyişi geciktirilemez.”

Lavoisier; matematikçi Lagrange’ i çağırdı ve “Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam; insanın kafası kesildikten sonra bir süre daha beyin düşünmeye devam etmekte demektir” dedi.
Lavoisier’ in kafası kesildi, sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı.

Matematikçi Lagrange diyor ki;
“Lavoisier’ in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar asırlarca karanlıkta sürünecekler, insanlığı da süründüreceklerdir”

Antoine Lavoisier ve Eşi

Lavoisier’nin eşyaları idamından bir buçuk yıl sonra (bilimsel çalışmalarında da yardımcısı olan) karısına “Yanlış bir kararla mahkum edilen Lavoisier’nin dul eşine” yazan bir notla iade edildi.


Modern kimyanın öncülerinden Fransız Antoine Lavoisier büyük bilimsel başarıların yanı sıra trajik sonuyla tarihe geçmiş bir bilim adamıdır. Fransız İhtali sırasında yargılanmış ve 8 mayıs 1794 tarihinde giyotinle idam edilmiştir. Lavoisier kimya bilimine hizmet eden ve gelişimine katkıda bulunan en önemli bilim adamlarındandır. Periyodik sistem (tablo) gibi kimyanın temel konularıyla ilgili ilk çalışmaları yapan bilim adamlarından birisidir. Birçok bilim tarihçisi tarafından modern kimyanın babası olarak gösterilir.

Hayatı ve Bilimsel Araştırmaları

Lavoisier zengin bir ailede doğdu. İyi bir eğitim aldı. Üniversitede hukuk bölümünü bitirdi ve Paris’te avukatlık yapmaya başladı. Ancak bilimsel konularla çok ilgiliydi. Kimya, matematik ve astronomi gibi konularda dersleri takip etti. Çok genç yaşta bilimsel araştırmalar konusundaki başarılarını göstermeye başladı. Henüz yirmi dört yaşındayken Fransa Bilimler Akademisine üye olarak seçildi.

Lavoisier öncesinde kimya alanının bilimsel bir niteliği yoktu. Simya olarak tabir edilen ve bilimsel olmayan ilkelere dayanan bir alan niteliğindeydi. Lavoisier ve onunla aynı dönemde yaşayan Henry Cavendish ve Joseph Priestley gibi bilim adamlarının katkılarıyla kimya gerçek bir bilim dalı haline geldi. Periyodik sistem (periyodik tablo) ile ilgili çalışma yapan bilim adamlarının öncülerindendir. Oksitlenme teorisini geliştirmiştir. Kendi adıyla anılan maddenin korunumu yasasını geliştirmiştir.

Lavoisier’i döneminin diğer öncü kimyacılarından ayıran en önemli özelliği deneysel araştırmalarının bulgularına dayanarak genel ilkeler ve kuramlar ortaya koyması ve bir bilimsel sistem kurma çabası içerisinde olmasıdır. Örneğin oksijeni ilk keşfeden olmasa da, oksijenin yanma olayındaki rolünü açıklayıp, yanma ile ilgili eski kuramı çürüten Lavoisier’dir. 1789’da Traité Élémentaire de Chimie (Kimyanın Temel Kitabı) isimli bir eser yayınlayarak modern kimyanın ilkelerini ortaya koymuştur. Kimya alanının bilimsel ilkelerinin geliştirilmesindeki rolü dolayısıyla birçok bilim tarihçisi onu modern kimyanın babası olarak nitelemişlerdir.

Lavoisier çok yönlü bir bilim adamıydı. Kimyanın yanı sıra fizyonomi, ziraat, ekonometri ve jeoloji alanlarında çalışmalar yapmıştır. Araştırmaları teorik düzeyde kalmamıştır. Gerek görev aldığı devlet kurumlarında, gerekse kendi çiftliğinde teorik bulgularını uygulamaya dökerek teknik ilerlemelere katkı sağlamıştır.

Lavoisier bilimsel araştırmalarla uğraşırken, bir yandan da devlet yönetiminde önemli görevler üstlendi. Vergilerin toplanmasıyla ilgili bir kurumda üst düzeyde yöneticilik yaptı. Bu görevi daha sonra Fransız Devrimi sırasındaki trajik sonunun en önemli nedenlerinden birisi olacaktır. Barut üretimini düzenleyen devlet kurumunun yöneticiliğini yaptı. Bu görevi dolayısıyla gelişmiş bir kimya laboratuvarı kurma şansına sahip oldu. Bu durum kimya alanındaki bilimsel başarılarına önemli bir etki yapacaktır.

Lavoisier’nin kullandığı deney araçları Fransa’da bir müzede sergilenmektedir.

Lavoisier ve Fransız İhtilali

Lavoisier Fransız Devriminin ilk yıllarında devrimi destekledi. Eski düzenin değiştirilmesi gerektiğine inanıyordu. İhtilalcilerin reform çabalarına destek verdi. Bu dönemde vergi sisteminin reforme edilmesi için kurulan üç kişilik komisyonda görev aldı ve bu konuda bir öneri hazırladı. Ölçü ve ağırlık birimlerinin düzenlenmesiyle ilgili çalışmalara katıldı.

Ancak Fransız Devrimi radikalleşmeye başlayınca Lavoisier için de tehlike çanları çalmaya başladı. Robespierre öncülüğündeki Jokobenlerin iktidarı ele geçirmesiyle tarihe “Terör Dönemi” (1793-1794) olarak geçen dönem başladı. Sadece devrim karşıtları değil, sırada insanlar ve devrim yanlıları içinde farklı düşünenler özel olarak kurulmuş Devrim Mahkemelerinde hızlıca yargılanıyor ve cezalandırılıyordu. Devrime direnen bölgelerde herhangi bir yargılama yapılmaksızın kitlesel katliamlar da yaşandı. Bu dönemde yaklaşık 500 bin kişinin hapsedildiği ve 100 bin kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Ölümlerin yaklaşık 20 bini bu dönemin sembolü haline gelmiş olan giyotinle gerçekleşmiştir. En son bu dönemin öncüsü Robespierre’in giyotinle idam edilmesiyle Terör Dönemi sona ermiştir.

Giyotin
Giyotinle idam infazı

Giyotin Fransız Devriminin ilk yıllarında kullanılmaya başlamıştır. İsmini, mucidi olan Joseph Guillotin’den alır. Joseph Guillotin doktor ve aynı zamanda Millet Meclisi üyesiydi. Giyotini önermesinin amacı daha az acı veren bir ölüm cezası infaz metodu bulmaktı. Bu dönemde ölüm cezalarının infazı oldukça uzun sürüyordu ve idam mahkumu çok acı çekiyordu. Joseph Guillotin şöyle diyordu: “Benim makinemle göz açıp kapatana kadar kafanızı uçurmuş olacağım, hiç acı çekmeyeceksiniz“. Ancak giyotin az acı çekmenin değil, zulmün, adaletsizliğin ve acının sembolü olmuştur. Büyük bilim adamı Lavoisier de bu zulmün kurbanlarından birisi olmuştur.

Yargılanması ve İdamı

Lavoisier’nin Fransız İhtilali öncesinde görev yaptığı ve vergi toplama işiyle ilgili bir kurum olan Ferme General devrimciler tarafından suçlanmaya başlamıştır. Bu kurum vergilerin özel teşebbüs eliyle toplanmasına dayanan, bir anlamda Osmanlı Devletindeki iltizam sistemine benzeyen bir yapıya sahipti. Kurumun üst düzey yöneticileri tutuklanıp yargılanmaya başlandı. Lavoisier ve diğer yöneticileri ihbar eden daha önceden bu kurumda çalışmış olan Antoine Dupin isimli bir kişiydi. Lavoisier 23 Kasım 1793’de tutuklandı. Aslında kaçma fırsatı da olmuştu. Tutuklanmadan önce iki gün saklanmış, daha sonra kendisi giderek teslim olmuştu. Ne kendisi, ne de yakınları böylesi büyük bir cezaya çarptırılmayı beklemiyorlardı. Kendisiyle birlikte Ferme General yöneticisi olan kayınpederi de tutuklandı.

Yargılama sırasında bilim adamı dostları Lavoisier lehine ifade verdiler, onun bilime ve Fransa’ya katkılarını gösteren raporları mahkemeye sunarak affedilmesini talep ettiler. Ancak Devrim Mahkemesinin başkanı onlara şu cevabı verecektir: “Cumhuriyetin ne bilim adamlarına, ne de kimyacılara ihtiyacı yok!”.

Lavoisier 8 Mayıs 1794’de giyotinle idam edildi. Kayınpederi de onunla birlikte idam edilmiştir. Cesedi idam edilen diğer kişilerle birlikte büyük bir çukura gömüldü. Bilim çalışmalarıyla ilgili notlarına el konuldu. Eşi uzun çabalar ve Lavoiseir’nin ölümünden yıllar sonra bu notları geri almayı başarmış ve bilim adamı dostlarının yardımıyla yayınlamıştır.

Dostu ve dönemin büyük matematikçisi Louis de Lagrange, Lavoisier’nin idamının ardından şöyle demiştir: “Kafasını düşürmek için sadece bir saniye yeterli oldu, ama bu kafanın bir benzerini yetiştirmek için yüz yıl bile yeterli olmayacak”

Sosyal Medyanın Psikolojik Şifreleri

Sosyal medya artık pek çokları için gerçek hayatın bir uzantısı. Gittiğimiz yerleri, yediklerimizi, aslında hemen hemen her şeyi etrafımızdakilerle paylaşıyoruz. Hatta manzaranın tadını çıplak gözle çıkarmak yerine, hemen telefonumuza sarılıp iyi bir Instagram fotoğrafı çekiyoruz. Peki gitgide sosyal medya bağımlısı mı oluyoruz? Paylaşımlarımızda ne kadar dürüstüz? Gazete Habertürk’ten Nalan Koçak, avucumuzun içindeki dünyayı daha yakından anlamak için Houston Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Dr. Mai Steers’e ulaştı. Dr. Steers, sosyal medyanın insan psikolojisine etkisi üzerine pek çok araştırma yaptı. Vardığı sonuçlardan bazıları şöyle: “Facebook alkol tüketimini artırabiliyor, kötü şeyleri normalleştirebiliyor. Ayrıca depresyona neden olabiliyor çünkü hayatımızla ilgili sadece iyi şeyleri paylaşıyoruz.” Daha fazla teşhis için Dr. Steers’e kulak verelim…

– Sosyal medya, kullanıcıları nasıl etkiliyor? Olumlu yönleri var mı? Mesela yalnızlık hissini azaltıyor mu?

Facebook kullanımının hem olumlu hem olumsuz yönlerini araştırdım. Tabii ki aidiyet hissini artırıyor, yalnızlığı azaltıyor. Ama son yaptığımız araştırmalar ortaya koyuyor ki sosyal medya asla gerçek, yüz yüze insan ilişkilerinin bir alternatifi değil. İnsanların sosyal olması biyolojilerinde gizli. Yaşamınız, hatta ölümünüzün kalitesi bile sıkı sosyal bağlarınız olup olmadığına bağlı. Fakat sosyal medya vakasında sorun şu, insanlar bunu gerçek ilişkilerin alternatifi ve ana iletişim aracı olarak görüyor. Son yapılan araştırmalar bağımlılık yarattığını da ortaya koydu. Çünkü sosyal medyadaki pek çok mekanizma onaylanma hissi veriyor. Facebook’taki like yani beğenme tuşu ya da yorum kısmı gibi. Özellikle gençlerin özgüveni çok etkileniyor çünkü akranlarının onayını almak onlar için önemli. Başka insanların düşünceleri, onayları üzerinde kontrolümüz yok. Eğer özgüveniniz onaya dayanıyorsa, özellikle sosyal medya üzerinden, duygularınızda kolayca dalgalanma yaşayabilirsiniz. Bu da psikolojiniz için çok zararlı olabilir.

– Neden yüz yüze iletişim yerine sosyal medya tercih ediliyor? İmajınızı istediğiniz gibi manipüle edebildiğiniz için mi? Mesela fotoğraflarınıza filtre yapıyorsunuz, eğitiminizi olduğundan abartılı gösterebiliyorsunuz…

Aslında platforma göre değişebiliyor. Facebook’ta kendini olduğundan başka göstermek, mesela eğitiminiz hakkında yalan söylemek kolay değil. Çünkü arkadaşlarınız ya da aile bireylerinizin anlaması mümkün. Ama Twitter gibi platformlarda kimlik saklaması daha kolay. Fakat “Neden sosyal medya tercih ediliyor?” sorusuna bazı yanıtlarım var. Mesela iletişimi sürekli ve kontrol altında kılabiliyorsunuz. Yani mesajınızı okuyorum ve istediğim zaman yanıt verebiliyorum. Ya da bir yerde yalnızım, iletişim kurmak istiyorum. O anda telefonu elime alıyorum ve birine mesaj yazıyorum. O anda hemen yanıt almasam da biriyle bağlantıya geçtiğimi hissediyorum. Hem de tamamen kontrolüm altındaki koşullarda. Fakat unutmamak gerek, bunları yaparken çoğu zaman etrafınızdaki büyük resmi kaçırıyorsunuz. Yeni bir araştırma yapıldı; cep telefonunun önünüzdeki masada sadece durması bile karşınızdaki kişiyle iletişiminizin kalitesini düşürüyor. Çünkü telefona düşen mesajlar bile dikkatinizi dağıtıyor.

‘FACEBOOK’TA SADECE GÜZEL ŞEYLER PAYLAŞILIYOR’

– Araştırmanıza göre, Facebook’ta geçirilen zaman arttıkça depresyon da artıyor değil mi?

Evet, nedeni “sosyal kıyas”. Özellikle bizim için önemli olan konularda kendimizi hep çevremizdeki insanlarla kıyaslıyoruz. Facebook’ta kendi hayatınızla ilgili güzel şeyleri paylaşıyorsunuz çünkü diğer insanların da kıyas yaptığını biliyorsunuz. Ama çoğu zaman unuttuğumuz bir şey var: Diğer insanlar da çoğu zaman kendileriyle ilgili iyi şeyleri paylaşıyorlar! Sonuçta başkalarının idealize edilmiş imajlarıyla kendinizi karşılaştırmaya başlıyorsunuz ve kendinizi kötü hissediyorsunuz.

‘BAŞKALARININ İDEALLERİNE GÖRE YAŞAMAYA BAŞLIYORUZ’

– Yani başkalarının ideallerine göre mi yaşamaya başlıyoruz?

Evet. Mesela anneyim ve bebeğim sürekli ağlıyor. Sosyal medyada “Bebeğim saatlerce ağlıyor ve kendimi iyi hissetmiyorum” deme ihtimali yüksek değil çünkü dediğim gibi sadece iyi şeyleri paylaşıyoruz. Ama arkadaşlarım bebeklerinin gülümseyen fotoğraflarını, mutlu anlarını paylaşıyor, ben görüyorum ve tabii ki “Nerede hata yapıyorum, hayatım neden daha kötü?” diye düşünüyorum.

‘KİMSE GERÇEK HAYATTAKİ MÜCADELESİNİ ANLATMIYOR’

  • Instagram’da, Facebook’ta hep tatiller, gidilen lüks restoranlar paylaşılıyor. Sanki kimse çalışmıyor, mutsuz olmuyor…

Evet, ayrıca normalde hiç duymayacağınız bilgilere de maruz kalıyorsunuz. Mesela yakın bir arkadaşımın işini yeni kaybettiğini bilsem “Yaşasın terfi ettim” diye bir paylaşım yapmam. İşin özü şu: Kimse hayattaki gerçek mücadelelerini açık etmiyor. Sosyal medyaya baksanız herkes harika hayatlar yaşıyor, hele ki ünlüler. En iyi yerlere gidiyorlar, hep onların bebekleri en güzeli…

– Evet filtreler sayesinde her daim de güzeller değil mi?

(Gülüyor) Aynen.

– Like yani beğenme konusuna gelmek istiyorum. Black Mirror dizisinde bir bölüm vardı, herkes aldığı like’lara göre sosyal statü kazanıyordu. Sosyal kabulün bununla da ilgisi var değil mi?

Evet. Daha fazla yorum ve beğeni aldıkça, toplumun sizi daha çok kabul ettiğini, daha çok beğenildiğinizi düşünüyordunuz. Belki daha iyi hissediyorsunuz ama yeni doğmuş bebeğinizin fotoğrafını koyuyorsunuz ve fazla beğeni almıyorsunuz. Diğer arkadaşınız koyuyor ve daha çok beğeniliyor. O zaman mutsuz oluyorsunuz, yine kıyas meselesi devreye giriyor. Yani sosyal kabul ve kıyas başta iyi gelebilir ama mesele derinleştikçe mutsuzluğa neden oluyor.

‘SOSYAL MEDYA DEĞİL ONU KULLANMA ŞEKLİMİZ KÖTÜ’

– Sosyal medyanın tehlikesi de bu bataklık etkisinde mi?

“Sosyal medya kesinlikle kötüdür” demek istemiyorum. Sadece onu kullanma şeklimiz iyi değil. Mesela iyi amaçlar için de kullanılabilir. Zor durumda, hasta olan insanlara destek için kurulmuş pek çok Facebook grubu var.

‘PAYLAŞIMLAR SEÇMEN DAVRANIŞINI ETKİLEYEBİLİR’

– Sosyal medya seçmen davranışını bile etkileyebilir yani?

Ne kadar etkilediğine dair hâlâ elimizde somut bir veri yok. Ama tabii ki etkileme potansiyeli mevcut. Tüm bunlar paylaşımların hedef kullanıcının dikkatini çekip çekmediğine bağlı. Alkol meselesine dönecek olursam, ağır alkol alan bir arkadaşınız var diyelim, her hafta sonu içki masasından fotoğraf paylaşıyor. Sizin görüp çok alkol almayı kafanızda normalleştirmeniz mümkün. Çünkü sürekli maruz kalıyorsunuz ve sosyal medya özellikle gençler için artık gerçek hayatın bir uzantısı.

– Sadece alkolle mi ilgili? Aynı şekilde şiddeti de normalleştirebilirsiniz değil mi?

Kesinlikle.

– Bir sosyal medya bağımlısını nasıl tanırız?

Sosyal medyadan 1 hafta uzak kalabilir misin? Günlük hayatını etkiliyor mu? Eşinle, arkadaşlarınla ilişkini etkiliyor mu? İnsanlar paylaşımlarına sürekli yorum yapıyor mu? O yorumları kafana çok takıyor musun? Sabah uyandığında ilk baktığın şey sosyal medya mı? Cevap bu sorularda gizli. Günlük hayatınızı ne kadar etkilediğine bakmanız lazım. Özellikle eşiniz, sevgiliniz size “Sürekli sosyal medyadasın” diyorsa dinlemekte fayda var. Özellikle sizi mutsuz ediyorsa, başkalarının paylaşımlarını dert ediyorsanız bir sorununuz var demektir.

‘TROL ACIMASIZLIĞININ NEDENİ ANONİMLİK’

– Trolleri de sormak istiyorum. İnsanlar sosyal medyada nasıl bu kadar acımasız olabiliyor?

Sadece sosyal medya değil internetteki tüm portallar böyle, haberlerin altındaki yorum kutuları bile. En önemli nedeni kimliğinizin anonim olması. Karşınızda gerçek bir insan yok aslında, bir bilgisayar ekranı var. Ayrıca bir yorum diğerini de tetikliyor, biri kötü bir yorum yapıyor, diğeri de cesaretleniyor. Kötü konuşma normalleşiyor. Bir toplantıyı dinlemiştim, bir kadın kendisi hakkında kötü yorumlar yapan trole ulaşmayı başarmıştı. Ona “Neden bunu yapıyorsun, seni tanımıyorum bile?” diye sorduğunda “Çok üzgünüm, sadece kendimi daha iyi hissettirmek için yaptım. Seni ne kadar üzdüğümü anlayamadım” diye yanıt vermiş. Yani dijital ortamda o paylaşımları yaptığımızda aslında hepsinin adresinin gerçek bir insan olduğunu unutuyoruz. Ayrıca başkalarının özgüvenini azaltarak kendinizinkini artırdığınızı düşünüyorsunuz.

‘TELEFONUNUZDAN UZAKTA DOĞAYLA BAŞ BAŞA KALIN’

– Kendimizi sosyal medyanın olumsuz etkilerinden nasıl koruruz?

Öncelikle bir sorununuz varsa onu hemen teşhis etmeniz lazım. Hayatınızdaki gerçek anları sosyal medya yüzünden kaçırıyor musunuz? İnternette geçirdiğiniz zamanı hesaplayan uygulamalar var, yükleyebilirsiniz. Ayrıca teknoloji detoksu yapabileceğiniz yerler var, telefonunuzdan uzak durarak doğayla baş başa kalabilirsiniz. Mesela arkadaşlarımla yemeğe çıktığımda telefonumu asla masaya koymam.

SOSYAL MEDYA BAĞIMLISINI TANIMA REHBERİ

Facebook’tan 1 hafta uzak kalabilir misin?

Günlük hayatını etkiliyor mu?

Eşinle, arkadaşlarınla ilişkini etkiliyor mu?

Yorumları kafana çok takıyor musun?

Sabah ilk baktığın şey sosyal medya mı?

 

kaynak: http://www.haberturk.com/sosyal-medya-uzmani-dr-mai-steerstan-dikkat-ceken-uyari-1941738

İmam hatiplileri deist yapan 100 soru… “Ya Hıristiyan veya ateistler haklıysa?”

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “olmaz böyle şey”, Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “bilimsel değil”, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın “sapıklık” değerlendirmesine karşın yoğun bir dini eğitim alan imam hatip liselerinin çelişkileri büyüyor. İlahiyat fakültelerinin “Din Karşıtı Çağdaş Akımlar ve Deizm” sempozyumunda sunum yapan Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fatma Günaydın, öğrencilerle yaptığı anket ve gözlem çalışması sonrasında öğrencileri deizme yönelten soruları derledi.

Günaydın, imam hatip liselerindeki 11. ve 12. sınıf öğrencilerinin inanca dair sorularından oluşan sunumunda, gençler arasındaki dini şüphenin nedenlerini ise “dindarların yaşamlarının meydana getirdiği hayal kırıklığı, ebeveyn ile olan çatışmalı ilişkiler, sebep ve hikmeti anlatılmadan dini emirlerin dikte edilmesine karşı oluşan tepki ve din başlığı altında eleştiriye uğramak” şeklinde sıraladı.

Günaydın “Yaşadığı dünyadaki kötülük ve adaletsizlikleri gören genç, Tanrı’nın merhameti ve adaleti konusunda sarsılır. Din bilim çatışması aynı şekilde genç bireyi ciddi bir ikilemin ve açmazın eşiğine taşır. Kültür dersleri ile inanç konuları arasında bağlantı kurma zorluğu yine dini şüpheye sevk eden amillerdendir” dedi.

10 yıllık çalışmasının ardından Günaydın’ın ve Ensar Vakfı’nın kitaplaştırdığı sunumda yer alan “temel inanç sorularından” bazıları şöyle:

– Allah bizim cennete ve cehenneme gireceğimizi biliyor neden bizi imtihan ediyor?

– Öldükten sonra dirileceksek neden ölüyoruz?

– Allah her şeyi bildiği halde neden bizi yarattı?

Bizler Müslüman ailede doğduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz. İnanmayan aileden doğanların suçu ne? Allah akıl vermiş ama bizlere de vermiş ama biz de tam kullanamıyoruz?

* Allah’ın varlığını bir ateiste nasıl ispatlayabiliriz? Onlar big bang deyip geçiyorlar?

* Allah bizi seviyor da neden günah işlememize izin verip sonra bizi yakıyor?

* Sonsuzluk kavramı akıl almaz bir şey Allah’ın sonsuz olmasını algılayamıyorum.

* Kuran’da kadın ve erkek niçin eşit değil?

* Allah neden bir kuluna eziyet verirken diğerine rahatlık veriyor. Rabbimiz neden bu konuda eşit davranmıyor?

* Kaderde ne zaman öleceğimiz belli ise neden sadaka ömrü uzatıyor? Kaderde cennete ve cehenneme gideceğimiz belliyse neden ibadet ediyoruz?

* Allah’ın ihtiyacı yokken bizi niçin test etmekte?

* Cennette birini istiyorum o da başka birini ne olacak?

* Allah kötülüklere neden engel olmaz?

* Tarikatlar gerekli midir, neden?

* Biz putperestleri eleştiriyoruz ama biz de Kabe’nin etrafında dönüyoruz.

* Ya Hristiyan veya ateistler haklıysa?

* Allah ile iletişimde neden Kur’an okumak, dua etmek değil de namaz ön plandadır?

* Adem’le Havva dünyaya nasıl geldiler? (Uzay gemisi ile olabilir mi?)

* Bu dünyaya gelmek benim tercihim değil. Allah bunun benim seçimim olduğunu ve hatırlamadığımı söylüyor.

* Allah kalplerini mühürlediği insanları niçin cehennemle cezalandırıyor?

* Kelam dersinde mucize, olay görüyoruz ama hiçbirinin delili yok. Sadece anlatılıyor bana göre delil yok.

* Allah niçin önceki kitapların bozulmasına izin vermiştir?

* İçki öncekilere yavaş yavaş yasaklanırken bizlere neden direk haram kılındı?

* Ahirette hesap verirken insanların yetiştirildiği çevre göz önünde bulundurulacak mı?

* Allah’ın hep ‘ben yaptım, ben yarattım demesi’ tuhafıma gidiyor.

* Allah bizi yaratmasaydı ne ile uğraşırdı?

* Dünyanın her yerinde ezan farklı saatlerde okunuyorsa kıyamet nasıl kopacak?

DİNİ ŞÜPHE YÜZDE 30

Çocukların “dini şüphe yaşı” denilen dönemi yaşadığını belirten Günaydın, “Eğitim alanındaki araştırmacıların verdiği bilgiye göre 12 -14 yaşlarında başlayan dini şüphe 16-18 yaşlarda zirvededir ve 20 li yaşlarda ona erer. Bu soruların sahipleri de dini şüphe döneminin zirve noktasındadır. Dini şüphe ile ilgili araştırmalara göre Amerika’da dini şüphe erkeklerde yüzde 79 kızlarda yüzde 53 gibi bir orandadır. Mısır’da yapılan anket sonucuna göre kızlarda yüzde 27, erkeklerde yüzde 21 oranındadır. İmam hatip liselerinde yüzde 12, genel liselerde yüzde 30’dur. Farklı araştırmalarda da ülkemizdeki dini şüphe oranı yüzde 30’ları geçmemektedir” dedi.

AMA – Julie Gautier’in kısa filmi

‘Ama sessiz bir film. Herkesin kendi deneyimlerinden yola çıkarak yorumlayabileceği bir hikâye anlatıyor. Bir dayatma yok, sadece öneri var.’ Bu hayattaki en büyük acımı bu filmle paylaşmak istedim. çok kaba değil, zarafetle kaplandım. Çok ağır olmamak için suya daldım. ”Bu filmi dünyanın bütün kadınlarına adadım.”

1 Mayıs İşçi Bayramı

1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. Dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de ilk kez 1923’te resmî olarak kutlanmıştır. 2008 Nisan’ında, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.

Tarihçe
İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenlediler.

1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Şikago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil’deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park’a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, ‘Böylece ön yargı duvarı yıkılmış oldu’ şeklinde yorumlanmıştı.

Bu gösteriler 1 Mayıs’ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti ve 4 Mayıs’ta kanlı Haymarket Olayı’na yol açtı.

Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889’da toplanan İkinci Enternasyonal’de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada “Birlik, mücadele ve dayanışma günü ” olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi.

Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazandı. Günümüzde sosyalist ülkelerde (Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Laos, Küba, Venezuela, Nepal, Bolivya) ve daha birçok ülkede tatil günü olan 1 Mayıs’ı işçiler büyük kitle gösterileriyle kutlar; bazı ülkelerde 1 Mayıs siyasal bir eylem biçimini de alır.

1 Mayıs logosu.jpg
1977 1 Mayıs’ı için hazırlanan, “dünyayı avuçlarında yükselten işçi” logosu

Kanlı 1 Mayıs

Kanlı 1 Mayıs veya 1 Mayıs Katliamı, 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’nda kutlanan İşçi Bayramı’nda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ve 136 kişinin de yaralanması ile sonuçlanan olaydır.

Arka plan
Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı, ilk defa 1911 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde bulunan Selanik’te kutlanırken İstanbul’daki ilk kutlama 1912 yılında gerçekleştirildi. 1923 yılında 1 Mayıs’ın yasal olarak İşçi Bayramı ilan edilmesinden bir yıl sonra hükümet, kutlamaların kitlesel olarak gerçekleştirilmesini yasakladı. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile de İşçi Bayramını kutlamaları tamamen yasaklandı.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte yükselişe geçen işçi hareketi ile birlikte uzun yıllar kutlanamayan 1 Mayıs, ilk defa 1976 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) öncülüğünde 200 bin kişinin katılımı ile Taksim Meydanında gerçekleştirildi. 1977 yılına gelindiğinde ise Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu daha kitlesel bir kutlama için hazırlıklarına başlamıştı. Kutlamanın tertip komitesi, İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyeti ile yaptıkları görüşmeler sonucu iç güvenliği DİSK’in, dışarıdan gelecek güvenlik sorunlarını da emniyet güçlerinin sağlaması konusunda anlaştılar. Taksim Meydanı’nın ise ulaşım yönünden rahat ve merkezi olması sebebiyle kutlama yeri olması konusunda fikir birliğine vardılar.

Bu süreçte, 1 Mayıs’a DİSK’in politikalarına karşı çıkan bazı Maoist sol gruplar da katılmak istediklerini belirtti. DİSK, olay çıkartma olasılığı ve kendi disiplinlerini bozacağını düşündüğü bu grupları kutlama alanına almak istemese de daha sonra katılımlarını kabul etmek zorunda kaldı.

1 Mayıs öncesi dönemin gazetelerinin bir kısmında 1 Mayıs’ta olayların çıkacağı, insanların ölebileceği gibi bir takım köşe yazıları yayınlamaya başlamışlardı. Tercüman Gazetesi’nden Ahmet Kabaklı köşe yazısında kutlamalar ile ilgili; “Yarın 1 Mayıs. DİSK, TİP ve CHP militanları, yarın İstanbul, Ankara ve bütün yurdu kana bulaması mümkün kışkırtma ve tecavüz hareketlerine girişebileceklerdir. Polisle vuruşmalar muhtemeldir, cinayetler işlenebilir, mallara canlara kıyabilirler. Taktik icabı, kendi aralarında dövüşebilirler, saf vatandaşlar bu arada ölebilir.” cümlelerine yer vermişti. Rauf Tamer ise 1 Mayıs 1977 tarihli yazısında; “Arabalar tahrip edilecek. Camlar kırılacak. İnşallah aldanırız, ama kanlar akacak” cümlelerine yer vermişti.

Olay
1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul’a gelenler ile birlikte yaklaşık 500 bin kişi Taksim Meydanı’ndaki kutlamalara katıldı. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, konuşmalar da uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK genel başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçışmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli’nin (Bugün The Marmara Oteli) de üst katlarından da ateş açıldı.

İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken polis de ses bombaları ve panzerlerle kalabalığa müdahale etmeye başladı. Kalabalık, kaçmak için özellikle Kazancı Yokuşu’na yöneldi ancak burada bulunan bir kamyonun yolu tıkaması yığılmaya ve buna bağlı ezilmelere sebep oldu. 28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi silahla vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak toplamda 34 kişi[not 1] yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. DİSK’in yayınladığı listede ise 36 kişinin öldüğü belirtilmişti.[not 2]

Sonraki gelişmeler
Olay sonrası 470 kişi göz altına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamayarak serbest bırakıldılar. Tertip komitesi, bazı sendika ve sol gruplardan 98 kişi hakkındaki yargılamalar 14 yıl boyunca sürdü. Bu yargılamalardan kimse ceza almadı. Emniyet veya devlet yetkililerinden herhangi birinin yargılanmadığı dava zamanaşımına uğrayarak düştü. Bunun üzerine dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. Bu güne kadar ateşi kimlerin açtığı tam olarak belirlenememiş ve olay aydınlatılamamıştır.